REFİKAM* (Öykü)

Yayınlandı: 10/03/2011 / ÖYKÜ DENEMELERİM

            Günün büyük bölümünde yaptığı gibi, televizyon seyretme amacıyla oturduğu koltuğunda şekerleme yaparken gözlerini hafifçe araladı, karşısındaki saate baktı. Zamanın yaklaşmakta olduğunu fark etti. Koltuğun kenarına tutunarak yavaşça ayağa kalktı. Bir an önce giyinmeliydi. Yatak odasındaki dolaba yöneldi. Kızının sabah saatlerinde ütülemiş olduğu beyaz gömleğini buruşturmamak için dikkatlice askıdan aldı, düzgün bir şekilde yatağının üzerine bıraktı. Dolaptan pantolon ve ceketini de çıkararak bunları da gömleğinin yanına koydu. Birbirlerine uygun olduklarına karar verdi. “Hemen hazırlanmalıyım, yine televizyonun karşısında uyuya kalmışım, gecikeceğim” diye düşündü. Fikret Bey, seksen beş yıllık yaşamının verdiği yıpranmışlığı ve vücudunun sağ bölgesindeki felci umursamaz bir çeviklikle giyinerek, on dakika sonra bir delikanlı edasıyla evinin dış kapısının önüne varmıştı.

 Yıllardır yaptığı gibi üç kilidi arka arkaya kapattı. Kravatını takmış, fötr şapkasını da özenle başına yerleştirmişti. Yüzüne bolca sürdüğü, kızının babalar gününde hediye etmiş olduğu traş losyonu ise, sokaklarda bir aydır duyulmaya başlanan melisa kokularını bastıracak kadar çevreye yayılıyordu. Evinin bulunduğu apartmanın önünde öncelikle bastonunu sıkıca kavradı ve bütün yaşamını geçirdiği İzmir Karşıyaka’nın, Girne Caddesi’ne açılan sokağında süzülmeye başladı. Caddeye ulaştığında, fötr şapkasını çıkararak köşedeki bakkala selam verdi. Bakkal Hüsnü, “Fikret ağabey bu gün geç kalmadın mı?  Saat beşe çeyrek var” diye sordu. Fikret Bey ise  “Merak etme evlat, her günkü gibi ben yine zamanında yetişirim” diyerek adımlarını körfeze doğru sıklaştırdı. Sağ ayağında olan felç yürümesini zorlaştırsa da, geçmiş zamanların portakal bahçeleri yerine yapılmış olan caddede, bastonundan aldığı güçle umulmaz bir çeviklikle yürümeye devam etti.

 Deniz tarafından, gittikçe yükselen siren sesi ile birlikte gelip yanından hızla uzaklaşan bir ambulansın, silmiş olduğu anılarını tekrar canlandırdığını fark etti ve durdu. “Hayır, anımsamak istemiyorum” dedi, körfeze daha da yaklaştığında.

 İmbat’ın göğsüne hızla doldurduğu hava, nefes almasını zorlaştırsa da, aldırmadı. Önceki yıl bu kadar hızla yürüyemediği kaldırımların yenilenmesi, evden daha sık ayrılabilmesine olanak yaratıyordu. Ayrıca haftada bir gün gerçekleştirdiği buluşmasına nerdeyse her gün gider olmuştu. Trafik ışıklarında durduğunda denizle arasında artık sadece sahil bulvarı vardı. Nabzı giderek daha fazla atmaya başladı. Saat beşti ve saatlerdir beklediği o an tekrar gelmişti. Bulvarın sağ ve soluna dikkatle baktıktan sonra karşıya geçti. Ortasında yunus heykellerinin bulunduğu havuzun sağ yanından geçerek deniz kenarına ulaştı. Sahil şeridinde yürüyüş yapan insanların arasından başını kaldırarak sola doğru baktı. Evet, oradaydı. Sözünde durmuş, yine ondan önce gelerek her gün buluştukları bankta yerini almıştı. Göz göze geldiler, el salladı içine dayanılmaz bir coşku dolarken. Gitti, bankın önünde durdu.

— Refikam, şekerparem, yine benden önce gelmişsin.

    Evet, haklısın Fikret Bey, her zaman böyle değil miydi?

    Şekerparem, bugün de çok güzelsin.

    Sana öyle geliyor, nerede? güzellik mi kaldı bende, daha dikkatli bak.                

Fikret Bey, yavaşça banka ilişti, Refikası Mevhibe Hanımın ellerini avuçlarının içine aldı ve hasretle sıktı, gözlerinin içine hayranlıkla bakarken.

    Fikret Bey, seni en uzun beklememi hatırlarsın değil mi?  Karşıyaka iskelesinde, iş dönüşünü beklediğim bir gün, saatler geçmesine karşın bir türlü gelmemiştin. Kaç tane vapur geldi Konak’tan, fakat hiçbirinden sen çıkmadın.

    Evet, hatırlar gibiyim, zannedersem 1951 veya 1952 yıllarında bir yaz günüydü.

    Doğru tahmin ettin sayılır, 18 Haziran 1952, sıcak bir gündü. Seni çok merak etmiştim. Evlilik yıl dönümümüzü kutlayacaktık birlikte Tilla’da, ama mümkün olmadı. İskelenin yanındaki telefon köşkünden defalarca telefon ettim Vilayete, nerede olduğunu bilen çıkmadı. Ne zaman ki senin yanında çalışan nöbetçi memurun telefonu açmasıyla, kalp krizi geçiren bir iş arkadaşını, Alsancak’a, Fransız Hastanesine götürdüğünü öğrenebildim.

     Çok iyi hatırlıyorum, ilk krizini atlatmıştı ama sonrakinde maalesef kaybettik, Ramazan’ı.

    Evet, çok iyi bir insandı. Senin niçin gelmediğini öğrendikten sonra, tek başıma tramvayla eve giderken cebimdeki pazar parasını düşürmüştüm, o ay geçimimizi sağlamak için babamdan borç para almak zorunda kalmıştık.

    Doğru, tabii ki o para, baban geri almadığı için borç sayılmazdı.

Fikret Bey ve Refikası birlikte geçirdikleri günleri anarken, üzerine naylon karışımı bir eşofman geçirmiş, kıştan biriktirdiği yağları yok etmek ve geçen yıl almış olduğu mayolarına sığabilmek için sahilde uzun yürüyüş yapan, orta boylu genç yaşlarda bir bayan, kan ter içinde yanlarına doğru yaklaştı. “Amcacığım, yanına oturup biraz soluklanmama izin verir misin?” diye sordu.  Fikret Bey başını kaldırdı, hoşnutsuz bir şekilde;

    Kızım görmüyor musun?  Refikamla ikimiz ancak sığıyoruz banka, bir de sen oturursan sıkışmaz mıyız?

    Ya, öyle mi? diyen genç bayan, şaşkın bakışlarla, iri kalçalarını iki yana sallayarak hızla uzaklaştı yuvarlanırcasına, başka bir boş bank bulma umuduyla.            

Fikret Bey ve Refikası, anılarını bıraktıkları yerden tazelemeye devam etti. Zaman süratle akıyordu. Güneş batmış, kızıllığı Çatalkaya’daki çamları mora boyamıştı. Denizde yakamozlar oluşmaya başlarken martılar balıklara doğru günün son pikelerini yapıyorlardı. Bu arada, Bostanlı vapur iskelesinde artan hareketlilik Fikret Bey’in dikkatini çekti. Yirmi yıl önce emekli olduğu Vilayetten, işten dönüşleri geldi aklına. Körfezi kat ederken, gemide edindiği dostlarıyla yaptığı sohbetlerin ana konusunu futbol ve siyasetteki gelişmeler oluştururdu. Karşıyaka iskelesine varıp karaya ayak bastığında, günün bütün yorgunluğu da sona eriyordu o hararetli sohbetlerle birlikte. Bir dönem kendisinin de amatör takımında futbol oynadığı Karşıyaka Spor Kulübü’nü desteklemek için, futbol maçlarına çok istemesine karşın gidemiyordu artık. Fikret Bey’i, bu anılarından ve sessizliğinden bir sünnet konvoyu uzaklaştırdı. Önde, bir at üzerinde dimdik oturmuş yedi yaşlarında bir sünnet çocuğu, arkasında altı tane faytonun içine doluşmuş onlarca çocuk, çalınan davul zurnanın sesini bile bastıracak gürültüyü çıkarabiliyorlardı.

    Bak Refikam, dedi Fikret Bey. Aynı bizim oğlumuz Adnan’a yaptığımız gibi bir tören, değil mi?

    Evet, ne kadar güzel bir sünnet düğünü yapmıştık oğlumuza. Eş, dost çok katılan olmuştu düğüne, Vali Bey’de koca bir altın takmıştı. Ne yazık ki, düğünü yaptığımız Bostanlı Camisi karşısındaki çay bahçesi şimdi yerinde yok, ayrıca önündeki deniz de çok uzaklara gitti.

    Çok özlüyorum Adnan’ı Mevhibe Hanım, hele torunlar burnumda tütüyor. Dün aklıma geldiler, üç yıl on aydır görüşemiyoruz. Amerika’ya gideli ise on iki sene olmuş. Gelinimiz Mary çok iyi bakıyor onlara. Mert torun bir bitirim, dur durak yok, bir o yana bir bu yana, ‘Atom Karınca’ namussuz. Yaz tatili için son gelişlerinde ona aldığım bisiklet evde duruyor, bir daha binmesi kısmet olmadı.

    Bisiklet deyince, senin gençliğimizde bisiklete binmeyi ne kadar çok sevdiğin geldi aklıma. Yarışırdık her gün, Nergiz’ten başlayıp bahçeler arasından geçerek Latife Hanım’ın evine, oradan da Zübeyde Hanım’ın Kabrine kadar. Sen hep önde giderdin, bitime doğru da hızını azaltıp benim kazanmamı sağlardın.

Fikret Bey, bu söz üzerine hafif gülümseyerek Mevhibe Hanım’a cevap verecekken gözü balık tutmakta olan bir çocuğa takıldı. On yaşlarındaki bu çocuk misinayı sıkıca kavramış, oltasını denize fırlatmaya çalışıyordu, umutla. Fikret Bey; “Oğlum dikkat etsene, oltan Refikamın başına çarpacak. Biraz uzaklaşır mısın bizim yanımızdan?” diye çıkıştı. Çocuk, bu esnada oltasını fırlatmıştı. Fikret beye doğru baktı, “refika nedir acaba?” ve “nerede?” diye düşünürken uzaklaşmak için birkaç adım attı. Oltasına bir şeyler takıldığını hissetti ve hızla karaya doğru çekmeye başladı. İlk balığını tutmuştu. Çırpınmakta olan isparozu sıkıca kavradı. İğneyi ağzından çıkarırken deneyiminin mutluluğu gözlerine yansımıştı. Fikret Bey, çocuğun gözlerindeki bu mutluluğu okuyunca kendisini biraz da sert ikaz ettiği için üzüldü ve çocuğun gönlünü almak için; “Aferin oğlum, tebrik ederim, sen usta bir balıkçı olacaksın” dedi, gülümseyerek. Mevhibe Hanım, bu sözler üzerine birden araya girdi;

    Fikret Bey, sen de balık tutmayı çok severdin.

    Evet, canım, neredeyse her Pazar günü balık tutmaya gidiyordum, hatırladığın gibi. Bostanlı sahilinde yakaladığım çupralar dillere destan olmuştu. Bir defasında yakaladığın dört kiloluk altınbaş çupranın fotoğrafını çekmek için gazeteciler evimize dek gelmişti, değil mi?

    Doğru, hatırladım. Ayrıca seni çok merak ettiğim bir diğer gün geldi aklıma. Çeşme’ye gittiğin bir balık avından iki gün sonra dönebilmiştin. Küreklerden biri kırıldığı için kayığınızı Eşek Adası’na yaklaştırıp geceyi orada geçirmek zorunda kalmıştınız, aç ve susuz.

    Olumsuzluklar olsa da çok güzel günlerdi yine de. Şimdi ne altın baş çupra kaldı ne de balık seferleri.           

Balık konusundaki söyleşileri Fikret Bey’e, geçmişte yaşadığı, saatlerce süren rakı sofrası sohbetlerini anımsattı. Kendisi çok sevmesine karşın Mevhibe Hanım hiç hoşnut kalmazdı bu sohbetlerden. Hele ayakta duramayacak kadar içtiği günler eve dönüşünde, Mevhibe Hanım’ın o geceyi bir kâbusa dönüştürmesi de sık karşılaştığı bir durumdu. Yine de bir fırsatını bulur, bir sonraki rakı sohbetlerinde yerini alırdı. Özellikle, balık avlarından sonra kayıktan iner inmez sahile kurdukları salaş sofra en güzeliydi, Fikret Bey için. Arkadaşları ile avladıkları ve ayıklamadan bir teneke üzerinde pişirdikleri balıkların yanı sıra kırdıkları bir baş soğan, roka, marul gibi birkaç yeşillik, biraz tulum peynirinden oluşan sofralarının ana mezesi kuşkusuz ki o derin sohbetler olurdu. Birbirine tokuşturdukları kadehlerinden çıkan sesler de bu sohbetlere ayrı bir ahenk katardı. O anları paylaştığı müdavimlerinden birçoğu şimdi yoktu ama tek başına da olsa böyle bir sofranın başında olmak geldi içinden. Hızla karar verdi, evet, bu gece kendisine böyle bir sofra kurmalıydı. İlk önce, çarşıda Kemalpaşa caminin yanındaki balıkçılardan balık almayı ve sonra da eve giderek damadı için birkaç yıl önce almış olduğu rakıdan da bir duble koyup felekten bir gece çalmayı düşündü, kendi başına. Bu arzusunu kışkırtan bir diğer neden de; rakı mezesi olarak çok sevdiği, bugün kızının Bostanlı pazarından almış olduğu ve haşlayarak buzdolabına koymuş olduğu cibesti. Ayrıca tulum peynirinin yanı sıra roka, marul gibi salata malzemesi ve erik ile birlikte kirazda getirmişti. Kızı yanı başında olmasaydı işi zordu, günlük işlerinde kendi başına yetemiyordu çünkü. Süheyla, özellikle felç geçirdikten sonra babasının yegâne yardımcısıydı. Fikret Bey, babasından kalan tek katlı bahçeli evi kat karşılığı bir müteahhitte vermiş,  karşılığında da biri zeminde olan üç daire almıştı. Kızı bunlardan birinde oturuyordu. Kendisi ise önceleri oturduğu üst katta olan dairesini oğluna bırakarak zemindeki dairesine yerleşmişti. Oğlu da burayı kiraya vermiş, gelirini ise Fikret Beyin almasını sağlıyordu.

 Mevhibe Hanım; “Hadi, Fikret Bey kalk artık, yemek zamanın geldi. Havada karardı. Yarın devam ederiz, yine aynı saatte buluşuruz burada” sözleriyle Fikret Bey’i kendi başına dalmış olduğu anılarından ayırdı. O ise bu sözlere; “Tamam Mevhibem, madem öyle, bende kalkıyorum” diyerek karşılık verdi.

Fikret Bey, sevgiyle refikasının gözlerinin içine bugünün son bakışlarını yöneltti. Avuçlarının içine alarak öptü o sıcacık elleri birkaç defa ve usulca ayağa kalktı, bu gece için aldığı içki sofrası kararını sezdirmeden. Mevhibe’sine yarın tekrar kavuşma umuduyla el sallayıp, sahil bulvarı üzerindeki otobüs durağına doğru uzaklaştı. İlk gelen taksi dolmuşa el kaldırdı. Elinde bastonuyla binmesinin zor olacağını anlayan bir lise öğrencisinin kendisine yer vermesi ve yardımıyla, ön koltuğa, şoförün yanına oturdu. İçinden, arabanın radyosunda çalan şarkılara eşlik etmeye başladı. Bu gün de keyfi yerine gelmişti, refikası ile buluştuktan sonra.

Fikret Bey, bindiği taksi dolmuş Karşıyaka vapur iskelesine yaklaşırken gözü Attila İlhan’ın büstüne takıldı. “Hey gidi Attila, sen ne yiğit biriydin” diye mırıldandı. Ayrıca, ona karşı gençlik günlerinde nasıl kıskançlık duyduğu geldi aklına. Akşamları, gençlerin sahil piyasasında, kızların hayranlıkla Attila’nın etrafını çevirmeleri, onunla arkadaşlık yapabilmek için birbiriyle yarışmaları, çok sevdiği bir arkadaşı olmasına karşın onu kıskanmasına neden olurdu. Mevhibe Hanım’la tanışması da Attila ile girdiği bir iddia üzerine olmuştu. Refikası olacak o güzel kızın gönlünü Attila’dan önce kazanarak ilk ve son olarak bir yarışı kendisi önde bitirmişti.

Son durağa geldiklerinde, şoför fırladı ve Fikret Beyin dolmuştan inmesine yardımcı oldu. Planladığı alışverişi yapıp dönerken bir gurup Karşıyaka Spor Kulübü futbol takımı taraftarının ortasında buldu kendini, çarşı girişinde. Yeşil kırmızılı bayraklar, davulların çıkardığı seslere tempo tutarcasına iki yana sallanıyorlardı. Anlaşılan yine galibiyet kutlaması vardı.  Nergiz’den tanıdığı bir genç onu görünce yanına yaklaştı, etrafına topladığı arkadaşları ile birlikte ilk önce elini öptüler ve bir slogan da onun için atmaya başladılar. “Karşıyaka seninle gurur duyuyor” temposu üzerine gözlerinde iki damla yaşla, teşekkür etmek için bastonu sallayarak Bostanlı yönünde, çarşı caddesine paralel sokakta bulunan taksi durağına doğru yönlendi. Düşlediği sofraya bir an önce kavuşabilmek için bir taksiye atlayarak evine doğru yola çıktı.

Sıcak bir Karşıyaka gecesinden sonra, caddelerde araba kornalarının sesleri artmaya başlamıştı. Uykusuz gecelerin şişirdiği gözleriyle kalabalıklar, sabah geç kalkmalarının verdiği telaşla mesai başlangıcını yakalamak için vapur iskelesine ve otobüs duraklarına doğru koşturuyorlardı. Süheyla, her sabah olduğu gibi birkaç basamak inerek babasına gitmek amacıyla evinden çıktı. Kahvaltısını hazırlayıp günlük işlerini yapacaktı. Kendisinde bulunan anahtarlarla kapıyı açtı ve içeri girdi. “Baba günaydın, ben geldim” diye seslendi. Yanıt alamadı. “Baba neredesin, beni duymuyor musun?” Tekrar yanıt alamayınca önce yatak odasına baktı. Babasının yatağı dün sabah düzelttiği durumdaydı. Bu sefer salona yöneldi.  İçeriye bakar bakmaz, içinde oluşan korku ve kuşku seli ile birlikte,  “Canım babacığım, ne oldu sana?” diyerek haykırdı.

Fikret Bey, televizyonu karşısında, günün büyük bir bölümünde oturduğu koltuğunda hareketsizdi ve karşısına koyduğu çerçevedeki Refikası Mevhibe Hanım’ın fotoğrafına bakar durumdaydı. Önündeki sehpada hazırladığı sofrada, tavada kızarttığı çupra, cibes, salata, erik ve kirazdan oluşan meyve tabağı ile bir kadeh rakı geçmişin bir mozaiği gibi yan yana dizilmişti. Hiçbirine dokunulmamış, bir çatal bile değmemişti. Fikret Beyin yüzünde dona kalmış olan gülümseme ifadesi, onun artık bir daha ayrılmamak üzere Refikasının yanına doğru çıktığı en uzun yolculuğunun sabırsızlık dolu mutluluğunu da yansıtıyordu.

Alpaslan Güzeliş

Mart 2010, Karşıyaka/İZMİR

*Refikam; Eşim, karım.   

Yorum bırakın